ORA
Orada bulunan her şeyin genel ve sıradan olduğu vurgulanıyor. Yerleşim yerindeki her şeyin sıradanlığına ve monotonluğuna dikkat çekilerek, örneğin evlerin, hava ve toprağın da aynı şekilde sıradan olduğu ima ediliyor.
İnsana iyi gelen hatırı sayılır bir özelliği yoktu oranın. Orda a’dan z’ye her şey geneldi. Zaten a’dan z’ye değil; en fazla c’ye kadar sayılabilecek herhangi bir şeyler vardı. Hava gibi toprak gibi ev gibi…
Yolları, sokakları ve insanları oranın ismiyle müsemmaydı. Zaten bu isimden başkası sahte kalırdı ora için.
Çünkü her şeyde, her işte korkunç bir viranelik vardı.
Ora, yüzyıllar önce Mecnun’un Leyla’sını aradığı çöllerin üzerine kurulmuştu sanki.
Ora, insana yaşama sevinci veren dünya nimetlerini ekranlarda görme cezasına çarptırılmıştı bence. Sadece görmek, yaşayamayınca ızdıraptı çünkü. Ağaçların, ırmakların, dağların, denizlerin, göllerin yani yeryüzü cennetlerinin kısaca doğanın nasıl bir nimet olduğunu, “mahrumiyet işkencesi”yle idrak ettirmek için vardı ora. Ne de olsa cennetin kıymetini ilk önce cehenneme gidene sormak gerekirdi. Bu durum başka yerlerden gelenler için müthiş bir eğitimdi aslında. Çünkü bu sıkı eğitimden geçenler, yeşilin ve mavinin özgür köleleri oluyordu orayı terk ederken.
Sayfayı çevirince de oralı’ların bu konuda oralı olmadığını görüyordum. Çünkü “Böyle gelmiş böyle gider.” diye hareket ediyorlardı. Yıllardır böyle bir eğitim içinde olmalarına rağmen oralı biri çok acı ironik özeleştiriyi yapıyordu: “Budur bizde ağaç dikmek haramdır kardeşim!”
Ora, yaşamak için değil; ölmek içindi. Silaha duyulan saygı, ekmeğe duyulmuyordu. Belinde silah olmayana da adam gözüyle bakılmıyordu. İnsan canının en ucuza gittiği yerdi ora. Çok olanın değeri az olduğu içindi galiba.
Orda hiç fil yoktu ama kıyasıya fil savaşları vardı. Ortada bir pasta dilimi varsa bunu yemek için siyasetin ve bürokrasinin en tepe noktasına varana kadar telefon trafiği başlıyordu hemen. Bu menfaat savaşı gurur meselesiydi.
Erkeklerin toplumdaki rütbesi, aşiretinin büyüklüğü ve sahip olduğu erkek evlatlarının sayısıyla eş değerdi. Hemen hemen her ailenin evi haricinde bir de babaların takıldığı ihtişamlı masa ve deri kaplamalı koltuklardan oluşan bir bürosu vardı. Görünürde büro hayranlığı gibi yorumlansa da zihinlerin perde arkasında hüküm süren koltuk ve makam tutkusuydu bu. Broadway eşeğin, Passat ise saygınlığın temsilcisiydi.
Dört başı mamur, tarihe ve medeniyete yol haritası çizmiş Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa üçgeninin göbeğinde bulunuyordu ora. Ama ne acıdır ki gölgede kalanın gölgesi olmazmış düstûru orada vücut bulmuştu işte.
Bir ucu Londra’da diğer ucu Pekin’de olan kıtaların tarihini ve kaderini birbirine düğümleyen İpekyolu, orayı sadece bir makas gibi kesip ikiye ayırıyordu. İpekyolu’nun üstü Varoşşehir, altı Yenişehir’di. Avrupalılaştırdıklarımızdan olanlar Yenişehir’de, Avrupalılaştıramadıklarımızdan olanlar ise Varoşşehir’de ikamet etmeyi yeğliyordu. Ama bütün şehrin esas sahipleri yani doğma, büyüme ve ölme kaidelerine sadık kalanlar Varoşşehir sakinleriydi. Yenişehir sakinlerinin büyük bir kesimi memur ve memurelerden mürekkep şafak sayan asker gibi günlerini doldurup kurtulma derdindeydi.
Oranın en büyük kamburu “aşiretçilik” sevdasıydı. Çekirdek aile dediğimiz yaşam tarzı orada bir hükümsüzkük ve sahipsizlik örneğiydi. Belki de bu yüzden çooook uzak da olsa akrabalık bağları birbirine düğümlenmeye muhtaçtı. Çünkü bağsız ve düğümsüz kalanlar garibanlığın ve sahipsizliğin, oranın deyimiyle fakirliğin en dibini yaşardı. Küçük aşiretler büyük aşiretlere belli bir ücret karşılığında transfer olarak toplumdaki itibarını artırırdı. Bunun tersi de olurdu bazen. Yani etliye sütlüye, belaya, musibete bulaşmayalar “belalı” aşiretinden kurtulmak için ayrılık ilanı ve haberi yaptırırdı. Çünkü her kafa kırma olayında aşiret mahkemesi kuruluyor ve karşı tarafa kan parası ödeniyordu. Bu para da imece usulüyle bütün aşiret mensuplarından kelle başı ne kadar düşüyorsa tahsil ediliyordu. İşte bu boş yükümlülükten kurtulmak isteyen masum aileler, x aşiretinden ayrıldığını ve hiçbir sorumluluğunun kalmadığını duyurarak çekirdek aile bağımsızlığını ilan ediyordu. Nihayetinde akıllı uslu birinin, kavgacı biri yüzünden her olayda büyük meblağlar ödemesi can sıkıcı bir şeydi.
“Bizim oğlan daha adam olmadı” dedi biri. Nasıl yani işsiz olduğu için mi öyle diyorsun dedim. “Hayır budur daha kimsenin kafasını kırmamıştır lo” diyince dünyada en çok kana bulanan toprakların neden Mezopotamya olduğunu daha iyi idrak ettim şaşkınlık içinde.
Yolda, sokakta, çarşıda veya pazarda yeni tanışanlar birbirine adından önce aşiretini soruyordu. Bu az önce bahsettiğim toplumsal itibarın en çarpıcı örneğiydi. Çünkü aşiret büyüklüğü, yaş büyüklüğünden de önce geliyordu, adın öneminden de.
Oraya “cinayetlerin başkenti” desek hiç de abartmış olmayız çünkü keleş mermisiyle ölenlerin sayısı, eceliyle ölenlerin sayısından çok daha fazlaydı. Keleş olmayan ev yok gibi bir şeydi. Bunun en büyük şahiti cinayetler kadar düğünlerdi. Kan davası hız kesmeden devam ediyor ecelsiz ölümlere ve öleceklere olay sıcağı sıcağınayken karar veriliyordu. Kan davası özellikle bayram arefelerinde görülüyordu. Neden mi? Bayramı yas’a çevirmek, acıya acı, yasa yas katmak için. Ağıtları, feryatları daha da katmerlendirmek için takvimde bayramlar işaretleniyordu.
İşin garip tarafı orada hemen hemen herkes aşiretçiliğe ve cinayetlere karşıydı ta ki kendi aşiretiyle ilgili bir mevzu olana kadar.