ÖZE DÖNÜŞ
Bütün hikâye, insanoğlunun şüphesiz ilk ataları olan Hz. Adem ve Hz. Havva’nın yasak meyveyi yemesiyle başladı. İlk önce Havva Ana ısırdı yasak meyveyi ki bu yemişten tadan mutlaka cezalandırılacaktı ve bunu da çok iyi biliyordu. Fakat Havva Ana şeytana uyarak tatmıştı elmayı. Koskoca âlemde ikisi vardı sadece… Belki de sırf bu yüzden Adem Baba’da gözünü kırpmadan ısırdı elmayı. Havva’ya aşık olduğu için, ondan ayrılamayacağı için ve onsuz yapamayacağı için cezalandırılmayı göze aldı. Ne de olsa aşk hiçbir zaman ferman dinlememişti ve dinlemeyecekti de…
Ve sonra cennetten kovulup bu dünyaya sürgün edildiler. Sürgün bitince de tekrar geldikleri âleme döneceklerdi…
Âlemler yaratılmamışken biz insanoğullarının ruhları yaratılmıştı. Elest bezminde yani ruhlar âleminde yaşamaktaydık ete kemiğe bürünmeden önce ki bu âleme gelmek için bekleyen nice elest bezmi sâkin var hâlâ. Bütün nev’-i beşer gibi onlar da bu cihânın havasını teneffüs edip kovuldukları âleme tekrar dönmeyi bekliyorlar. Biliyorlar ki bu evrenşimûl hiyerarşiden kaçış nâmümkün… Tıpkı Mevlânâ’nın Mesnevî- i Şerif’ini okuyan Yunus Emre’nin daha sonra koca bir mesneviyi
“Ete kemiğe büründüm
Yunus deyi göründüm.”
Diye özetleyip er ya da geç insanoğlunun ilk vatanına geri döneceğini, bu cihânın beşeriyet için bir devr-i âlem olduğunu bir cümlede özetlemesi gibi…
Her şey kendi özüne dönmeye mahkûm. Bundan kaçış nâmümkün. Yunus’un da dediği gibi biz insanoğlu, bu dünyada ete kemiğe büründük. Yani ruhumuza bir esvâb giydirildi özü toprak olan ve bu güzel sebeptendir ki toprak kokusunu özümüzün nefesini yüreğimize doldurduğumuz için çok severiz.
Ruhumuza giydirilen esvâb dünyaya özgü, fânî olduğu için devr-i âlem nihaî sona erince esvâbımız da bütün yaratılanlar gibi kendi özüne dönecek ebette. Bu bağlamda muhakkak ki Aşık Veysel de “öze dönüş”ten haberdâr olduğu için kendisine yani benliğine hiç yabancı hmediği kara toprağı ebedî dost edinmiş ve şöyle demişti:
“Ademden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyve yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sâdık yârim kara topraktır”
Nihaî sonda, öze dönüşler varoluşla bir aynîlik taşır yani ilk ve son benzeşir birbirine. Sanki aynı ânı tekrar yaşamışçasına vücûd bulur. Kezâ inananların bu dünyaya geldiğinde ilk duyduğu kutsî ses ezan olmuş, doğduğumuzda adımız, kulağımıza ezan okunarak konulmuş yani kendi adımızdan bile önce ezan terennüm edilmiştir kulaklarımıza. Biraz daha öncesine gidersek, hıçkıra hıçkıra ağlamışız ve baş aşağı tutularak üzerimizden tas tas su dökülmüştü. Kendi hikâyemiz de böylece başlamıştı işte, amma velâkin bu öyle bir kanundur ki işleyen, hikâyenin sonuna otuz yıl sonra da gelsek altmış yıl sonra da gelsek; kulaklarımızda yankılanan ilk ses ezan, bu kez salâ seslerine karışır. Böylece ilk duyduğumuz sese çok benzer bir ses, kulaklarımızda tekrar yankılanır. Ve sonra hikâyemizin en başında, taptaze tenimizin üzerinden geçen ılık sular bu defa teneşire uzanmış cansız bedenimizin üzerinden kaynar sular olarak geçer yine tas tas…
“Ölürken aynı ahenk, salâ sesinden sızan:
Kulağımda doğduğum günde okunan ezan.” *
***
“Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce
Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce” *
Böylece kulağımıza okunan ezanla birlikte başlayan öze dönüş; salâ okunurken çok daha ileri bir kerteye varır ve tekrar varoluş noktasına, en başa dönüş yolculuğuna çıkarız. Nihayetinde devr-i âlem seyrini başladığımız gibi tamamlamış oluruz. Sözün özü: Çıktığımız merdiveni basamak basamak inmeye koyuluruz nefes aldıkça…
———————
*Necip Fazıl Kısakürek, Çile