MADIMAK’IN PENCERESİNDEN TÜRKİYE’YE BAKMAK
Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üzerine kurulan bir devlet olmak hiç kolay olmadı ve böyle bir miras üzerinde yaşamak da kolay olmuyor.
Osmanlı, birçok etnik kökeni ve dini inançları bünyesinde barındıran bir imparatorluktu. Bu kültür, ırk ve inanç farklılıklarını aynı köy ve mahallede barış içinde yaşatmak 19. yüzyıla kadar hiç de zor olmadı. Çünkü devlet politikası olarak izlenen “hoşgörü politikası” Yahudi ile Rum’u, Türk’le Ermeni’yi, Müslüman’la Hıristiyan’ı aynı sofraya oturtabildi. Kimse kimseyi oruç tutmadığı için dövmedi ya da başı açık olan kadın çarşaflıya saldırmadı; çarşaflı da açık kadını din düşmanı olarak etiketlemedi. Çünkü “İbadet de gizli kabahat de…” zihniyeti vardı. Bazı can sıkıcı toplumsal olaylar yaşansa da millet birbirine değil; padişaha ya da saraya başkaldırıyordu. Ve isyanlar da çoğu zaman ekonomik kökenliydi. Ana hatlarıyla genel tablo böyle idi Osmanlı’da.
Birinci Umumi Harb’ten sonra milli mücadele neticesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk Osmanlı mirası üzerine. Ama “Al, bu topraklar senin atalarının mirası tepe tepe kullan!” diye altın tepside vermediler bu vatanı bize. Uğruna can verdik, kan akıttık ve tel tel döküldük de…
Dedim ya Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üzerine, imparatorluğun kalbi, beyni ve atar damarı olan topraklar üzerine kurduk cumhuriyetimizi. Aslî unsur olan Anadolu yani 1071’den beri Türk yurdu olarak bilinen ve Türkiye denilen topraklara kurduk.
Peki, kimden aldık bu toprakları?
Biz yokken kim vardı burda?
vee…
Kimlerin gözü hâlâ bu topraklarda?
Bu soruların aklımızda yaktığı fenerle yazımıza devam edelim.
Şimdi bu girizgâh ve malumattan sonra Madımak’ın penceresinden bakmaya çalışalım güzelim ülkemize… Sınırlarımız dahilinde her daim 36 etnik unsurdan (ben 10 tane bile sayamadım tabi) bahsedildi. Ve bize %95’i Müslüman ülke denildi ama o %5’lik dilim belki dünyanın bütün dinlerini içinde barındırdı.
Hem ırk hem de inanç zenginliğini ihtiva eden bu resim üç beş asırlık değil; insanlık tarihiyle eş değer bir geçmişe sahip. Bu resmin oluşmasına neden olan etken ise Anadolu’nun tarih boyunca açık ve mecburî bir coğrafya olmasından kaynaklanıyor. Klasik köprü teşbihi. Böyle hareketli ve bereketli olan Anadolu’ya “küçük dünya” yakıştırmasını yapsam hiç de abartmış olmam. Neden mi, çünkü millet ve din farklılıkları açısından dünya ne ise Anadolu da şu an odur.
İşte vaziyet Türkiye’de böyleyken art niyetli şer odakları için bu tablo bulunmaz bir fırsat oluyor. Bu şer odakları ilk önce toplumsal fay hatları oluşturuyor. Yani bizim sosyokültürel olarak “sinir uçları”mızı tespit ediyor. Sonra da düğmeye basıyor. Bu saatten sonra da devreye ajanlar ve casuslar girip hemen sahneye çıkıyor. Sahne diyorum çünkü oyunlar sahnede oynanır. Oyuncuların da mutlaka kostümü ve makyajı olur. Canlandırdığı rolün hakkını vermek için temsil ettiği karakteri hakkıyla oynar. Bu ajanlar ve casuslar, yeri gelir ülkücü kostümü giyer hilâl bıyık bırakıp solculara saldırır, en azılı İslam düşmanıdır ama yeri gelir sarık cüppe giyip eline tesbih alır, “Din elden gidiyor..!” diye bağırır. Bazen Türk olur bu ajan ve Kürt‘e saldırır. Bazen radikal dinci kisvesine bürünüp cihatçı olur Alevîleri yakmaya çalışır; “Kafirlere ölüm!” diye milleti galeyana getirir. Zaten çoğu zaman da sağcı – solcu çatışmasını ateşlerler. İşte bu şerefsiz ajan ve casuslar ilk kıvılcımı böyle yakar. Toplumsal fay hatlarımızda deprem başlatır ve sinir uçlarımızı piziklerler..! Malesef böyle bir kurmaca oyunla da biz birbirimize düşeriz. Sonra aradan çekilip ellerinde puroları ve şarap kadehleriyle sırıtan sırtlan misali bizi uzaktan izlemeye başlarlar. Yangın mahalleden mahalleye, şehirden şehire ve olaydan olaya domino taşı etkisiyle yayılır. Ve bu kurmaca oyun, bir başlangıç olur, doğumu gelecek yıllara kalan kan davası gibi intikamlara ve hesaplaşmalara gebe kalır ne yazık ki.
İşte Madımak Oteli‘nin penceresinden Türkiye’ye bakınca bu gerçekleri görür o otuz üç cân.
Ve o Madımak’ın penceresinden çok daha uzakları görür; Kanlı Pazar’ı, Maraş Olaylarını, Çorum’u, Gazi Mahallesini, Müslüm Gündüz – Fadime Şahin’i, Gezi Parkı’nı, darbelere zemin hazırlayan sağ – sol kavgalarını görür iç çekerek… Bu fitili ateşlenen farklı olayların doku ve niyetinin aynı olduğunu anlar. Amaç, TÜRKİYE’Yİ DAHA FAZLA KUTUPLAŞTIRMAKTIR..! Sen ocusun, sen bucusun, sen de şucusundur..!
Artık hasımsınız!
Artık düşmansınız!
Biri, diğerini sırtından vurabilir her an! Bir gece kapınıza çarpı koyulur ve uykularınız kaçar! Her gün birbirine düşman yeni yeni cemaatler, tarikatlar çıkar, imanınız şaşar. Faşistler – komünistler birbirini kırar. Aleviler – sünniler birbirine diş biler. Kırmızı çizgilerimizden toplumsal fay hatları oluşturulmuştur artık. Ajanlar hedeflerine ulaşmış olur. Senaryo, usta oyuncular tarafından sahneye konur. Böylece ayrıştıkça ayrışırıp yabancılaştıkça yabancılaşırız birbirimize. Giyim kuşamımız, saçımız sakalımız ve en önemlisi de bıyığımız konuşur artık. Dişlerimiz gıcırdar birbirimize! Sözlerimiz acılı, bakışlarımız ustura gibi keskindir. Çünkü böyle bir Türkiye, tek dişi kalmış canavarın ağzına çok daha kolay bir lokma olur!
Hepsi şer odaklarının operasyonudur işte..!
Farkına varırsak ne âlâ..!
Ama yok oyunun farkına varamazsak, perdenin arkasını göremezsek,
Vee Madımak’ın penceresinden bakamazsak vay halimize..!