Eski Iramazanlar
Soba başında geçen ramazanlarda tanıştım oruçla. O yıllar da doksanlı yıllara denk gelir. Çok eski zamanlar değil; ama doksanlarda her şeyin çok değerli ve samimi olduğunu artık çok iyi biliyoruz.
Öğleye kadar oruçlar tutmaya o dönemde başladım. Sonradan öğrendim tabi bu çocuk oruçlarına tekne orucu denildiğini.
Sahurlar da iftarlar da çıtır çıtır yanan çam kütüklerinin yüzümüzü elma gibi kızarttığı soba sıcaklığında yapılırdı.
İftardan önce yemekler, kuzine sobanın üzerinde demlenirken pideler de cam kapaklı kuzinenin içinde ısınırdı. Ben en çok Fırıncı Kel Memet’in taş fırında lale gibi kızarmış tahinlisini severdim. Tadı, damağımın özlediği en güzide lezzetidir hâlâ.
Ne çok oruç bozardık o çocuk saflığıyla. Teneffüslerde okulun sebilinden kana kana içerdik suyu. Sonra ani bir şaşkınlık ve üzgünlük boşanırdı başımızdan ayaklarımıza ama bilirdik ki orucumuz bozulmazdı. Devam ederdik niyetimize.
Hiç unutmam iftara bir saat kala annem yere serdiği dokuma sofranın üzerinde salata malzemelerini küçük yuvarlak selenin içine doğrarken unutarak tam dört kez oruç bozmuşluğum vardır. Birini selenin dışına düşen küçük salatalık parçasıyla, öbürünü marulun sarımsı en minnak yaprağıyla, diğerini havucun rendelenemeyen son boğumuyla, ötekini de doğranmayan maydanoz sapını kraker niyetiyle… Bizimkiler artık illallah çekmeye başlamıştı tabi. Ben de her bir nimeti ağzıma attıktan sonra yutmadan oruç olduğumu hatırlayıp koştura koştura dışarı çıkmıştım. En son artık sofranın başına değil; kirevite çıkıp oturdum yenilecek şeylere uzak kalayım diye. O gün belki de ilk tam orucumdu, çünkü böylesi sabırsızlık başka türlü olmazdı büyük ihtimal.
Henüz çekirdek ailenin yaygınlaşmadığı, dedenin ve ninenin de horantaya dahil olduğu bereketli ramazan sofralarında iftarlar yaptım. Dedemden 50’li, 60’lı yılların Çukurova’sında, koza tarlalarında geçen ırgat hikayelerini dinleyerek hem karnım hem ruhum doyardı.
Ortaokul yıllarında öğlenci olduğumuz dönemlerde iftar bu kez çok daha farklı bir ortamda, büyük bir curcunayla sınıfta yapılırdı. Bütün arkadaşlar çantamızdaki azıkları çıkarıp, sıralarımızda birleştirir ezanı beklerdik. Evet evet, tam bir “yerli malı haftası” tadında olurdu sınıftaki o samimi iftarlarımız. Böylece son ders de kaynamış olurdu. Hele bir de Din Kültürü dersimize denk geldiyse Mehmet Ali hocamızla sevaplarımız katmerlenirdi.
Tabi teravih de ramazanların ayrı bir tadı tuzu idi. Çocukların mahallece toplanıp camiye doluştuğu namazlar. En arka safı boy boy çocuklar oluştururdu ama o saf namazdan çok kikirdeşmelerin, secdeye gitmeyip tepişenlerin safıydı. Bazen de rükuya eğilirken kurbağalar vırraklardı kikirdeşmeleri kahkahalara çeviren. Ben teravihe pek gitmek istemezdim, gidecek olduğumda da hızlı kılınan camiiye giderdim. Merkez camii, hatimle kıldırmaya başlayınca daha çok Topbaş’a ayağım alıştı. Tabi teşvik primi olarak babamdan kağıt 100 milyonumu alırdım arka yüzünde öğrencilerin Atatürk’e çiçek verdiği.
Dedim ya ramazanların kışa geldiği dönemlerde tanıştım oruçla. E tabi Pozantı’mızın poyrazı, karı, ayazı hiç eksik olmazdı kışları. Ondan olsa gerek evin en ufağı olarak dışarda ezanı beklemek bana düşerdi tıpkı bakkala ekmeğe gitmenin de hep bana düştüğü gibi. Yine birgün hocanın eli kulağında olduğu vakitler dışarda ezan beklerken nedendir hangi akla hizmet bilmiyorum, evimizin önündeki çınarın altına kadar varıp sekinin başında elimi kulağıma koyup
“Allahu Ekber!
Allaaahu Ekber!
Eşhedü enlaaa ilaheillallaaaah” diye bağıra çağıra ezan okudum, derken üç beş dakika geçmeden inşaat halindeki Topbaş Camii’nden de dalga dalga ezan sesi yükseldi. Komşularımız ikinci ezanı duyunca lokmaları ağzında büyümüş tabi. Allah onların orucunu kabul etsin, benim de çocukluğuma versin Rabbim.