YİTİK SEVGİLİYE VİSÂL
(Yahut Eski Bir Edebiyat Öğretmeninin Bir Kitaba Kavuşma Hikâyesi*)
Yıllarca aradım seni. Bıkmadan, usanmadan. Aklımın en parlak yerinde gözümü alamadığım nadide bir mücevher gibiydin. Ama hiçbir yerde yoktun. Sahaflara, kelepircilere hep sana kavuşmak niyetiyle girdim. Epey zaman böyle aramakla geçti. Ama hiç umudumu kesmedim senden. Umudum, inancım zamana yenik düşmedi.
Gün geldi ayrılık elimi kolumu bağladı, umarsız bıraktı. Yokluğunda, çölde bir damla suya muhtaç dil, damak oldum. Yanağımdan sızan tuzlu terimi yudumladım ama sana sensiz doyamadım. Dimağımın yangınlarını sen söndürürdün ancak, lakin o çağlayan ırmağına başımı sokup da serinliğinde gönenemedim. Hep suyunun suyuyla yetinmek zorunda kaldım da kanamadım, doyamadım. Mahkûmuydum yokluğunun. Sana en muhtaç olduğum yıllarda hasretinle kavruldum.
Gel zaman, git zaman oradan oraya savruldum. Bir ekmek savaşına koyuldum. Hırpalandım, yenik düştüm. Şiire, gazele, romana ve öyküye sevdalı gönüllerden sürgün oldum. Bir kaplumbağanın kabuğunu kan revan içinde terk edişi gibiydi bu sürgünüm. Gönlüm yorgun; kağıda, kaleme küskün; şiire, şaire dargın; sana ise kırgın kaldı. Ve tutamadım, tutunamadım senin büyülü dünyana. Koptum ciltlerinden bir sayfa gibi. Sert bakan adamların soğuk diyarına düştüm. Senin ait olduğun yerde değilim artık. Yollarımız ayrıldı. Başka dünyalara kök saldık. Sen Türk Edebiyatının eşsiz mihengi, ben Türk Emniyetinin adsız neferi olarak yaşamaya devam ettik. Tâbir i caizse;
“Artık olan oldu bize
Gelsen de bir gelmesen de
Gelemeyiz biz yüz yüze
Gelsen de bir gelmesen de”
mısralarındaki büyük hayal kırıklığına taht kurmuştuk. Bir anlamımız kalmamış gibiydi birbirimize karşı. Ne ben sana aittim artık ne sen bana… Ne ben ilaçtım sana ne panzehirdin sen bana.
İlk kez bir Ankara sokağındaki sahafta rastladım sana. Az kalsın gözümden visâl gözyaşları taşacaktı o fokur fokur kaynayan heyecanımın tesiriyle. Ellerime alıp şöyle bir okşadım yüzünü. Küskün bir yâr gibiydin. Hiç kimse dokunmamış sayfalarına. Öylesine taze, öylesine bâkirdin. Sayfalarının arasına kapandım o mis kokunu içime çekmek için. Yıllardır katre katre büyüyen hasretimi gidermek için. Sonra hiç beklemeye tahammül etmeyip tıpkı bir nikah merasiminde gözleri pırıl pırıl parıldayan bir damat edasıyla imzamı attım ilk sayfana.
Evet başka dünyalara aittik artık. Ne senden bana bir muhabbet ne benden sana gönüllü bir mecburiyet ne de gururlu mahkûmiyet ya da bir muhabbet kalmıştı. Ama bu kopuşu ve uçurumu hiç düşünmeden visâlin onulmaz serzenişiyle Mecnun’un Leyla’sına, Ferhat’ın Aslı’sına sarılması gibi tekrar sarıldım sana.
Vuslatımız, yakamozla büyülenen geceye ansızın güneşin doğması gibi ya da kabuk bağlayan yarayı tekrar kanatmak gibi olsa da kütüphanemde öksüz kalan kitaplarımın mezar taşı yaptım seni. Ölen bir sevgilinin fotoğrafı gibi baş köşeye koydum seni.
*Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Nihat Sami Banarlı